Şu meseleler üzerinde biraz duralım.
Sosyalist ve halk demokrasilerini gerisin geriye dünya kapitalist-emperyalist sisteme entegre eden kapitalist yolcu kadrolar nerede ve nasıl ortaya çıktılar? Dışardan mı geldiler? Hayır. Hepsi de istinasız o ülkelerin içindeki insanlardı. Peki bunlar birden bire mi ortaya çıkıp o partileri ve iktidarları ele geçirdiler? Hayır. Hepsi de uzun yıllardır o partilerin kadrolarıydılar. Üstelik bazıları, devrim öncesi de mücadele yürütmüş ve devrime birçok hizmette bulunmuş kadrolardı. O zaman, nasıl oluyor da karşıtına dönüşebiliyor? İşte meselenin can damarı da burasıdır! Evet, nasıl?…
Kimileri diyebilir ki “devrime inançlarını yitirmişlerdi de ondan.” Bu, asıl sorunun üzerinden atlamak dışında bir anlam ifade etmez. Hayır, işin özü öyle değil. İşin özü, çizgi meselesidir. İnsanlar komünist olabilirler. Hatta çok sağlam komünist de olabilirler. Ama bu demek değildir ki burjuva ideolojisinden hiç etkilenmezler. Daha da ötesi, aynı beyinin kıvrımlarından burjuva ideolojisini de taşırlar. Bu iki ideoloji sadece iki karşıt sınıfın açıktan siyasi mücadelesi şeklinde cereyan etmekle kalmaz. Bireylerin beyinlerinde de sürekli mücadele halindeler. Sözün özü; bir kez devrimci, komünist olduktan sonra artık o insan hep komünist, devrimci kalacaktır anlamına gelmez. Öyle olsaydı, komünist partilerin içinde yeni burjuvalar çıkmazdı.
Ülke tarihimizde de buna benzer pek çok ömek vardır. Yaşamlarının sonuna kadar iyi birer komünist ve devrimci olarak kalmayı başaranlar olduğu gibi, bir dönem mücadele içinde yer almış bazı kimseler, daha sonra sınıf mücadelesini bıraktılar. Bazılanrı ise karşı devrime iltihak ettiler. Aralarında Şemsi Özkan gibileri ise polis tarafından göz altına alınan devrimcilerin sorgularına bile katıldılar. Bu, olumluluktan olumsuzluğa doğru bir dönüşmeyi ifade eder. Tersi ömekler de mevcut. Gerilemiş, bırakmış, poliste çözülüp bir daha devrimcilik yapmayacağını söyleyen pek çok insan, hataların gördükten ve yardım edildikten sonra tekrar toparlanıp iyi birer devrimci olmayı başarmış ve mücadeleye pek çok hizmette bulunarak şehit düşmüşlerdir. Bu da olumsuzluktan tekrar olumluluğa doğru bir dönüşmedir. Bütün bunlar birden bire olmuyor. Bireylerin kafalarında ileri ve gerinin, doğru ve yanlışın arasında süren şiddetli ve karmaşık bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Demek ki, mücadele, sadece karşıt sınıflar arasında sürekli olmakla sınırlı değil, bireyin içinde de sürekli cereyan eder. Çünkü, komünist de olsa, insanlar, toplumdan yalıtılmış değiller, içinde yaşadıkları toplumun kültüründen, alışkanlıklarından etkilenirler. Bu bizi şu sonuca götürür, demek ki birey çelişkisiz bir varlık değildir. Parti ve örgütler insanlardan meydana geldiğine göre, bu çelişkili durum kaçınılmaz olarak örgüt ve partilere de yansır. Bu da şunu gösterir. Parti, yekpare değil, çelişkili bir birliktir. Birinci nokta, bu.
İkinci önemli nokta; burjuva ve komünist ideoloji her bireyin kafasında da sürekli mücadele halinde olduğuna göre, bunların toplamının yansıması olarak partiler içinde bu mücadele kaçınılmazdır. Bu, irademiz dışında bir olgudur. İstege bağlı bir durum değildir. Dışımızdaki dostlarımız,tamamen bu nesnellikten hareketle iki çizgi mücadelesini savunuyor olmamızı “bunlar parti içinde ikinci bir çizginin olmasını istiyor” yönlü söylemlerle meselenin özü üzerinden atlıyorlar. Oysa, savunulan, “içimizde ikinci bir çizgi de olursa, iyi olur” değildir, zaten tamamen irade daşında bir nesnellik olarak örgüt içinde zuhur eden bu duruma karşı iki çizgi mücadelesinin kaçınılmaz olduğu gerçekliğini kabul etmek ve bunun da doğru yöntemlerde verilmesi gerektiğidir. Eğer gerçekleri olgularda arayacaksak, bu mesele de durum tam da böyledir.
Parti denen canlı mekanizma, çelişkili bir birlik olduğuna göre, bundan ürkmeli miyiz? Kesinlikle hayır. Çünkü, çelişki olmaksızın gelişme olmaz. Önemli olan, çelişkiyi gelişmenin motoru olarak ele alıp gereklerini yerine getirmektir. Bu yapıldıkça, devrim ilerler. Ama keyfi bir tutumla onu yok saymak, tersi sonuçlar doğurur. Çünkü, bir olguya gözlerini kapatmak, onu ortadan kaldırmaz. Nesnelliğin dışına çıkıp idealistçe çelişkiyi reddetmek, onun doğuracağı sonuçları engellemez. Devrimci, her şeyden önce, gerçekçi olmak zorundadır. Sınıf mücadelesi ideolojik boyutuyla parti içinde ve bireylerin beyninde de sürekli vardır. Bu gerçekliği sadece kabul etmeyip doğru bir anlayış ve yöntemde ifadesini bulan iki çizgi mücadelesiyle kesintisiz bir halde yürütülmediği takdirde, bireyin de partilerin de kazanıldığı zaman iktidarların da konaklayacağı minder, burjuvazinin minderi olur. Sınıf mücadelesinin tarihi tecrübeleri, bunu unutmamamız gerektigini emreder.
“Birlikten söz ettiğimiz anda ayrılık da mevcuttur; ayrılık mutlaktır… Durmadan bölünmez birlikten söz etmek ve mücadeleyi ağzımıza almamak, marksist-leninist bir tutum değildir. Birlik, mücadeleden geçer ve sadece bu yolla sağlanabilir. Parti içinde, sınıflar konusunda ve halk içinde de bu geçerlidir… Çelişmeler ve mücadele olmasaydı, dünya olmazdı, ilerleme olmazdı, hayat olmazdı, hiçbir şey olmazdı. Durmadan birlikten söz etmek ‘durgun bir göl’e benzer; cansızlığa yol açar. Birliğin eski temelini yıkmalı, bir mücadeleden geçmeli ve yeni bir temel üzerinde birleşmeliyiz. Hangisi daha iyidir; durgun bir göl mü, yoksa coşup kükreyerek akan bitmez tükenmez Yangze mi? Parti içinde aynı şey geçerlidir, sınıflar ve halk için de. Birlik-mücadele-birlik: Bu, görevimizi yerine getirmiş olduğumuzu gösterir.” ( Mao Zedung, cilt 6, sf 68 )
Bütün bunlar, bizi şu noktaya götürmektedir. Sosyalist toplumda kapitalist yolcular partinin içinden çıktıklarına göre, geriye dönüşler için en ciddi tehlike, parti içi ideolojik mücadelenin doğru, sistemli ve etkili yürütülememesi oluşturur. Bu, artık sınıf mücadeleleri tarihi tarafından kanıtlanmış bir olgudur.
Eğer bu mücadele doğru çizgi ve yöntemlede yürütülürse, esasta gelişme olumlu yönde olur ve başarıya gidilir, devrim kazanır. Yanlış çizgi ve yöntemlerle yürütülürse, tersi sonuçlar kaçınılmaz olur. Peki bu mücadeleyi hangi mekanizma sağlayacaktır? Birey salt kendi başına mu yapacaktır? Elbette değil. Partiler organize edecektir. Parti denen mekanizma, sonuçta tek tek birey ve organların toplamından oluşmaktadır.
Bu durumda da önderlik çizgisinin belirleyici fonksiyona sahip olduğunun altını çizelim. Zira, partiler içinde de irademiz dışında doğru ve yanlış olacağına göre, doğru ile yanlış arasındaki mücadelenin devrim lehine sonuçlar doğurması için, bilimsel anlayış ve yöntemlerle bu mücadelenin de icra edilmesi gerekmektedir. Buna kim önderlik edecek? Parti önderlikleri. Ama nasıl?
“Farklı Çelişkiler Farklı Yöntemlerle Çözülür”
Bu konuyu biraz deşelim.
Her gelişme, genelden bağımsız olmamakla birlikte kendine has özellikler ihtiva eder. Yine, genel durum ve gelişmeler de öyle; birbirlerinden farklılıklar arzedebilir ve bunlar arasındaki farklılıklar kiminde nitel, kiminde ise nicel muhtevada olurlar. Bu genellemeden bile şu sonucu çıkarmak mümkün: Her farklılık bir çelişkiye tekabül eder. Birbirinden farklı olan çelişkiler ise ancak farklı yöntemlerle çözülebilir.
Bundan hareketle; Parti içinde doğru ile yanlış arasındaki mücadelede temel metot ne olmalıdır? Bunun için önce şu temel ayrım yapılmak zorundadır. İki farklı olguyu kesinlikle birbirinden ayırmalıyız; Doğru ile yanlış arasındaki ilişki ve devrimle karşı-devrim arasındaki ilişki. Devrimle karşı-devrim arasındaki çelişkinin çözüm yöntemi, şiddettir. Doğru ile yanlış arasındakinin ise banşçıldır, ikna, eğitim, eleştiri-özeleştiriyle yürütülmek zorundadır. Bunlar asla birbirine karıştırılmamalıdır.
Yanlış fikirlere karşı mücadele, idari tedbirlerle olmaz. Yanlış düşüncelerin fark edilebilmesi, insanları tamamen veya büyük oranda etkisi altına alamaması için, insanların kafalarının içindeki düşünceleri tereddütsüz ortaya koyabilecekleri canlı bir siyasal atmosferin yaratılması gerekir ve bunu sağlamak esasta önderliklerin görevidir.
Bu sadece örgüt içinde değil, örgüt dışında devrimin dost güçleri ve halka karşıda uygulanacak biricik doğru yöntemdir. Çünkü, gerek örgüt içinde olsun gerekse örgüt dışında devrimin dost güçleri ve halk nezdinde olsun, nihayetinde bütün bunlar halk içindeki çelişkiler kapsamındadır ve bu çelişkiler, kesinlikle doğru ile yanlış arasında tamamen barışçıl metotlarla yürütülerek çözüme kavuşturulmak zorundadır.
Bu kategorideki çelişkileri şu veya bu gerekçeye sığınarak zorla-şiddetle çözmeye çalışmak, halkın menfaatlerine zarar veren bir tutumdur. Zira, halk saflarındaki doğru-yanlış arasında süren bir mücadeledir bu.
Doğru ve yanlış. Her politik düşünce, sonuçta bir ideolojiye tekabül eder. Esasta ya proletarya ideolojisine ya da burjuva ideolojisine. Dolayısıyla, doğru ile yanlış arasındaki mücadele, aslında ideolojik mücadele demektir. Bir diğer ifadeyle, iki çizgi mücadelesidir. Gelişmenin motoruda budur. Örgüt içinde doğru-yanlış çizgi mücadelesi olmazsa, örgütte gelişme de olmaz. Şayet bu çelişki olmasaydı, parti ve örgütler çok donuk ve cansız olurlardı.
Bu mücadelenin metodu, asıl olarak ikna, eğitim, dönüştürme, eleştiri-özeleştiridir demiştik. Örgüt içinde buna yön verecek olan ilke, demokratik-merkeziyetçiliktir. Politikaların belirlenmesi ve kararların alınması, tartışma yoluyla kolektif olarak yapılmak zorundadır. Önderliklerin seçimi de öyle. Bu, demokrasi demektir. Politikalar belirlenip karadar alındıktan sonra da artık bunları uygulamak esastır. Bu da merkeziyetçi yöndür.
“Demokrasi olmadan doğru bir merkeziyetçilik olamaz, çünkü insanların düşünceleri farklıdır ve şeyleri kavrayışlarında birlik yoksa, o zaman merkeziyetçilik gerçekleştirilemez. Merkeziyetçilik nedir? Merkeziyetçilik, kavrayış, siyaset, planlama, kumanda ve hareket birliğinin sağlanması temelinde doğru fikirlerin merkezileştirilmesidir. Buna merkezi birleşiklik adı verilir. …merkezi birleşiklik nasıl gerçekleştirilebilir? Demokrasi olmazsa, tecrübeleri doğru bir şekilde özetleyemeyiz. Demokrasi yoksa, kitlelerden fikir gelmiyorsa, iyi bir çizgi, iyi genel ve özel siyasetler ve yöntemler ortaya koymak imkansızdır.” ( Mao, cilt 6, sf 256)
Her konuda insanlarda anlayış birliğini beklemek, idealizmdir. Tartışmalar sonucunda insanlar ikna da olmayabilirler. Ama çoğunluğun oluşturduğu irade tarafından alınan kararlan uygulamak zorundadır. Kendi düşüncesini ise koruma ve mücadelesini verme hakkı vardır. Çoğunluk ve önderlik ise sadece bu hakka saygı duymakla kalmayacak, azınlığın bu hakkını garanti altına almakla mükelleftir. İrade ve eylem birliğini bozmadan azınlığın bu hakkını kullanabileceği mekanizmalar yaratacaktır. Bu, doğru fikirlerin mücadele yoluyla daha da güçlenmesine, gelişmesine hizmet eder.
Bir örgüt içinde ayrı fikirlerin ortaya çıkabileceğini kabul etmek ve ama ikna olmadakları durumda o fikrin etkisinde olan insanlann üzerinde basınç oluştumak yahut tasfiyeye yönelmek, yanlış ve zararlı bir mücadele metodudur. İnsanlar irade ve eylem birliğini bozmadıkları sürece, farklı fikirlerinden dolayı hiçbir iradi tedbir uygulamasına maruz kalmamalılar. Farkı fikirder üzerinde basınç oluşturmak, insanların kafasının içindeki düşünceleri ortadan kaldırmaz, kaldıramaz. Hiçbir partinin yekpare olmadığı, çelişkili bir birlik olduğunu ve bunun isteklerde alakasız tamamen nesnel bir durum olduğunun altını çizmiştik. Eğer böyle olmasaydı, birey, parti ve iktidarların geriye dönüşleri mümkün olur muydu? Elbette olmazdı. Ama ne oldu?
Kısa ve özet olarak olan şu idi:
Özellikle Sovyetler Birliği’nde, ideoloji ve siyasetten çok teknik ilerleme ve ekonominin gelişmesine ağırlık verildi. Teknik ve ekonominin gelişmesine çalışmak yanlış değildi. Yanlış olan, bununla birlikte ideoloji ve siyasete gerekli önemin verilmemesiydi. Bu yanlış, komünist çizgiden çok herhangi bir alanda uzmanlaşmanın daha fazla prim etmesine yol açtı. Üretimin geliştirilmesinde siyasete değil maddi teşviklere öncelik verildi. Zamanla uzmanlık-uzmanlar her şey, çizgi ise tali bir duruma düşürüldü. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki çelişki, görülmek istenmedi veya yeterince doğru yöntemlerde mücadele edilmedi. Bunun yerine, idari tedbirder devreye girdi; merkezin görüşlerinden farklı görüş ve çizgiye sabip olanlan mücadele yoluyla dönüştümmek yerine özeleştiriye zorlama ve özeleştiri yapmayanları partiden tasfiye etmek, “partiyi oportünizmden arındırma” adına başvurulan esas yöntem haline getirildi. Kitle inisiyatifi harekete geçirilmiyor, kitlelerin sosyalizmin meselelerine aktif katılımı yeterince sağlanamıyordu. Bu, önderliği partinin, partiyi de kitlelerin çıkarından kopmaya götürerek, parti içinde bürokratik yapının güçlenmesine, yeni burjuvaların ortaya çıkmasına yol açıyordu. Yeni burjuvazi güçleniyor, parti ve devlet içinde kilit noktalan ele geçiriyordu. Bunun böyle olduğu fark edildiğinde, artık çok geçti. Zira, 20. kongre ile yeni burjuvazi parti ve devlet kontrolünü ele geçirmişti. Onlar için artık amaç şu idi: Ele geçirdikleri parti ve devlet iktidarını korumak! Hem de kitlelere karşı!
Mao, SBKP’nin 20. kongresinden, hatta Stalin yoldaşın ölümünden önce bu tehlikeyi fark ediyor, uyarılarda bulunuyordu. 20. kongre sonuçları durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiş ve Mao’nun uyarılarının ne kadar haklı olduğunu teyit etmişti. Stalin yoldaşın ölümünden sonra ise, artık zamanla SBKP revizyonistlerine karşı açık ideolojik mücadeleye girişmesi kaçınılmaz hale gelmişti.
Tabii ki sadece SBKP revizyonistleriyle sınırlı değildi mücadele. Çin’de, Parti ve devletin başında bulunan çok sayıda revizyoniste karşı da mücadele etmek zorundaydı. Ama bu, öyle idari tedbirlerle üstesinden gelinebilecek bir durum değildi. Kitle inisiyatifini harekete geçirmeli, alttan yukarıya doğru parti ve devleti eleştirme, denetleme ve iflah olmazları kitle inisiyatifiyle alaşağı etmeliydi. Zira, hedef, kitlelerin devrimcileştirilmesi, doğru çizginin kitlelere maledilmesi idi. Devrim, tam da buydu! Bunun için de, demokratik bir ortamın hakim olması gerekmekteydi. Kitlelerin harekete geçip parti kadro ve önderlerini eleştiriye başlamasıyla birlikte, bu kitle selinin önüne gerici bentler oluşturmaya yeltenen kadrolar da hareketlendi. Mao’nun tavrı, tereddütsüz olarak kitlelerden yana oldu ve merkezi kadrolara şunu öğütledi;
“Bürolarda oturup rapor dinlemenin bir yararı yoktur. Tek yol kitlelere dayanmak, kitlelere güvenmek, sonuna kadar mücadele etmektir. Devrimin bize karşı çevrilmesine hazırlıklı olmalıyız. Parti ve hükümet önderliği ve sorumlu partili yoldaşlar buna hazırlıklı olmalıdırlar. Şimdi devrimi sonuna kadar sürdürmek istiyorsanız, kendinizi disipline sokmalı, geride kalmamak için kendinizi yenilemelisiniz. Aksi halde, sadece devrimin dışında kalırsınız.
Ateşi kendi vücutlarınıza yanaştırmak, yanması için alevleri körüklemek sizin görevinizdir. Buna cesaret edecek misiniz? Çünkü ateş, kafalarınızı da yakacaktır.” ( cilt 6, sf 365)
Görüldüğü gibi, modern revizyonistlerin aksine, Mao, gerektiğinde partiye karşıda devrimin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesinden yanadır. Başında bulunduğu parti için kitlelere “Karargahı bombalayın!” tarihi çağrısını yapıyordu. İşte aradaki nitelik fark! Çünkü, o, partinin bir araç olduğunu ve amaçla çelişir hale geldiği zaman, kitlelerin nihai çıkarları uğruna devrilmesi gerektiğini, devrimin esas olduğunu en billur haliyle çözümlemişti. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin gerçek mahiyeti buradadır.
Parti, örgüt, önderlerin çıkarları değil, sınıf ve halkın çıkarları esastır. Parti, örgüt ve önderlerin çıkarları ile kitlelerin sınıfsal çıkarları çeliştiği durumda, korunması gereken kitlelerin sınıfsal çıkarlarıdır. Gerçek ve tutarlı devrimciler ile komünistlerin tercihi bu olur. Parti, örgüt, önder fetişizmi yaratarak her şeyi bunların çıkarlarına göre düzenlemek, bunlarla kitlelerin sınıfsal çıkarları arasında çelişki oluştuğunda bunlara karşı mücadele etmek yerine “kul” misali hizmet etmek, ne adına yapılırsa yapılsın, onun da sınıf ve halktan yana tutarlı devrimci bir tavır olmaz.
Parti, örgüt ve önderler, kendilerine yönelik kitlelerin eleştiri ve denetimini sağlamakla görevlidirler. Halkın, taraftar, sempatizan, militan ve üyelerinin eleştiri ve denetimine açık olmayan, bizatihi bunu örgütlemeyen, buna önderlik etmeyen ve kendisine karşı da devrim yapmayan parti, örgüt ve önderlikler önünde sonunda devrimin dışında kalırlar. Çünkü mutlak ve kalıcı olanlar bunlar olmayacak, sürekli olan devrimdir ve her devrim, kendini yenileyerek, kendi bağrındaki geriliklere karşı devrim yaparak ilerler. Sınıf mücadeleleri tarihi bunu yeterince ortaya koymadı mı?
Bu tarihi tecrübeye dayanarak şunu söylemeliyiz ki, enternasyonal proletarya olarak siyasi iktidarlarımızı geçici olarak kaybettik. Bir dönemin güçlü ve doğru bir çizgiye sahip partilerimizi de kaybettik. Yenilginin ağır tahribatlarıyla yüz yüze kaldık. Ama meseleye derinden vakıf olursak, söz konusu geçici kayıplarımıza rağmen aynı zaman da çok güçlü olduğumuzu da görebiliriz. Şimdi, olabildiğince zengin bir tecrübe haznesi önümüzde duruyor. Bunu kavrarsak, emperyalizm ve dünya gericiliği karşısında yenilmez bir silahımız olacak, kavrayamazsak, bu, kendimizi vuran bir silaha dönecek. Mesele bu kadar berrak!
Peki, sınıf mücadelesinin bu tarihi tecrübesinden devrimci hareket gerekli dersleri çıkarabilmiş midir? Dahası, kendi tarihi birikimlerini olumlu ve olumsuz yönleriyle tahlil ederek doğru bir senteze ulaşabilmiş midir? Tek kelimeyle, hayır. Eğer çıkarabilmiş olsaydı, parti ve araç-amaç ilişkisinde halen bu denli bir bozulma yaşanıyor olur muydu? Özürlü bir demokrasi anlayışı ve gurupçuluk illeti halen çok güçlü olarak kendini var edebilir miydi? Kuşkusuz ki bu sorunları yine tartışıyor olurduk ama mücadelede böylesine ağır ve derin tahribatlar yaratır düzeyde olmazdı. Bu kadar sık aralıklarda ve yaygın olarak ortaya çıkmazdı. Tahribatları daha az olur ve nispeten daha kolay giderilirdi..
(Sınıf Teorisi dergisinin Ocak-Şubat 2005 tarihli 10. sayısından alınmıştır.)