SYM ARALIK 2021 KAMPI EĞİTİM ÇALIŞMASI

  1. FARKINDALIK BİLİNCİNİN KISA TARİHÇESİ

“İnsanın yalnızca gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir;
doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir.”
Goethe

İnsanın özgür düşüncesinin gelişmesi ve ekonomik, siyasal, teknolojik vb. çok yönlü ilerlemesinde genel kabul edilmiş “doğrulara” itiraz ve keşfetme arayışlarının belirleyici pozitif etkisi olmuştur. Bu süreç elbette oldukça sancılı ve tek tek bireyler için çoğu zaman ağır bedeller karşılığında ilerlemiştir. Okuma yazma ve mevcut yazılı kaynaklara ulaşma hakkı yakın bir zamana kadar din ve egemen sınıfların denetiminde olan imtiyazlardır. Bundan dolayıdır ki bilim ve felsefe alanındaki ileri atılımların altına imza atan tek tek bireylerin ezici kesimi ruhban ya da soylular sınıfına mensuptular. Buna karşın egemen bilgiden farklı gerçeklikler ortaya koydukları ya da onun otoritesini sarsacak, zayıflatacak sonuçlara ulaşmaları durumunda şaşırtıcı olmayacak bir şekilde, parçası oldukları egemen sınıfların hedefi olmak bu kişilerin ortak kaderi olmuştur. Bundan dolayıdır ki cesaret ve doğruların arkasında durma, en az gerçeği bulma konusundaki bilimsel disiplin kadar önemli olmuştur.

Kuşkucu bir filozof olan Michel de Montaigne bunu şöyle ifade ediyordu: “Gerçeği istediğim kadar değil, göze alabildiğim kadar söylüyorum, yaşlandıkça biraz daha fazlasını, göze alabiliyorum.” Kendinden önceki pek çok filozof ve bilim insanının egemen sınıfların hedefi olması sonrası ölüme kadar uzanan makus kaderi onun kaygılarında çok da haksız olmadığını kanıtlar nitelikteydi. İlkçağ filozof ve matematikçilerinden Pitogoras’ın (Pisagor) “evren sayılarla açıklanabilir” şeklinde özetlenebilecek çalışmaları ve nihai olarak “Dünyanın güneş etrafında döndüğü” belirlemesi ardından ülkesi Yunanistan’ı terk etmeye mecbur bırakılıyordu. Sonrasında çalışmalarına devam ettiği İtalya’da açmış olduğu okulun kundaklanması ile yaşamını yitiriyordu. M.S 400 yılında yaşayan Astronomi ve felsefi çalışmaları ile bilinen “İnanmadan önce SORGULA” sözü günümüze kadar hala geçerliliğini koruyan İskenderiyeli bilim insanı Hypatia’ da benzer şekilde o dönem için birbirleri ile kıyasıya çatışan Pagan, Hristiyan ve Yahudi gericiler ile siyasi iktidarın hedefi oluyor ve katlediliyordu. Hepsinin birleştiği ortak nokta ise “Din düşmanı bir kadın, sağda solda bilim öğreterek insanları zehirliyordu.” Açlık ve yoksulluk altında ezilen insanlara, bunun sebebinin birilerinin onlarının ürün ve emeklerini gasp etmesi değil, ilahi gücün bir takdiri olduğu inancı üzerinden ve askeri zor ile otorite kuran ruhban ve soylular için bu otoriteyi tartışmaya açan her fikir tehlikeliydi. Aynı gericilik orta çağda daha da koyulaşarak devam etti.

Orta çağ kilise ve siyasal otoritesinin resmî ideolojisi olan Skolastik düşünce özetle şöyle diyordu: “Bilimsel araştırmalar ve bilimsel gerçekler Kilise ya da İncil karşısında hiçbir önem taşımaz, tanınan tek gerçek vardır ve o da kilisenin ve buna bağlı olarak incilin gerçeğidir.” Elbette böylesi bir siyasal atmosfer içerisinde bilim, sanat ve felsefi gelişim neredeyse durma noktasındaydı. Bugün ismi uzaydaki keşif uydularına verilen ve Vatikan’ın 359 yıl sonra resmi olarak özür dilediği Galileo kendi döneminde “Dünya dönüyor” dediği için kafirlikle suçlanarak ölüm cezası istemiyle yargılanıyordu. Galileo ancak düşüncelerinden geri atım atarak hayatını kurtarabilmiş olsa da o dönemde güneş merkezli, yuvarlak ve kendi etrafında dönen dünya hipotezini savunan pek çok bilim adamı onun kadar şanslı olamamıştı. İtalyan rahip, filozof ve gökbilimci Giordana Bruno’ da Galileo ile benzer fikirlerinden dolayı kilisenin hedefi olmuş hayatını korumak için pek çok ülke değiştirmiş olsa da nihai olarak yakalanmış ve yakılarak öldürülmüştü. Bruno’ ya ait şu sözler bugün hala güncel: “Gördüğüm bir gerçeği gizlemekten hoşlanmam ve bunu açıkça ifade etmekten de korkmam. Aydınlığın ve karanlığın arasındaki, cehalet ve bilim arasındaki mücadeleye gittiğim her yerde katıldım. Bu nedenle her yerde güçlükler yaşadım ve cehaletin mimarları olan akademisyenler ile birlikte kalın kafalı insanların nefretinde bir hedef olarak yaşadım.”

İncil’deki yaratılış efsanesini ispat etmek için çıkmış olduğu beş yıllık yolculukta doğaya ilişkin görüşleri değişmeye başlayan ve bugün Biyoloji biliminin temellerini atan Teoloji öğrencisi Charles Darwin düşüncelerindeki değişimi şöyle ifade ediyordu: “Kendimi her şeye gücü yeten ve yarattıklarını çok seven bir Tanrı’nın, parazittik eşekarılarının canlı tırtılların bedenlerine yerleştirdikleri larvalarını özenle tasarladığına inandıramıyorum”. Bu yolculuk sonunda yazmış olduğu ve evrim teorisinin çıkış noktası olan Türlerin Kökeni eseri sonrası Darwin dönemin kilise ve siyasi otoriteleri tarafından sistematik bir şekilde itibarsızlaştırılıyordu. Darwin’in görüşleri ölümünden elli yıl sonra bilim çevreleri tarafından kabul görüyordu. Tarih boyunca tek tek bireyler özgülünde örneklerle gözlemlenen bilginin ve gerçeğin egemenlerin çıkarına uygun şekilde gelişimine izin verilmesi, bilimsel kuşkucu bir metodun bilgi edinmedeki önemini ortaya koymaktadır. Bundan dolaydır ki, bilginin dolaşım hızının inanılmaz boyuta ulaştığı günümüzde, kirli bilginin karanlığında boğulmaya çalışılan gerçeğe tesadüfen erişmek söz konusu olamaz.

2. BASİT TAŞ ALET YAPIMINDAN KAPİTALİZME UZANAN YOLUN KISA ÖZETİ
İnsan toplulukları içerisinde sınıf farklılaşmalarının ortaya çıkması, devletleşme ve karmaşık hiyerarşik ilişkilenmeler modern insan olarak tanımlanan Homo Sapiens’ in yerküre üzerindeki macerasının ortalama %5’lik bir kısmına denk düşmektedir. Özel mülkiyete dayalı ekonomik modellerin hâkim olduğu bu dönem dışındaki uzun bir dönem boyunca insan toplulukları servet birikimi ya da, av-ürün fazlasına yol açacak bir gelişmişlikten yoksun yaşamaktaydı. Taş aletlerin yapımı ile değişmeye başlayan bu durum ateşin kontrol altına alınıp kullanılmaya başlanmasıyla insan topluluklarının yaşamında ileri doğru büyük bir sıçrama yarattı. Artık büyük hayvanları avlayabiliyor, soğuktan ve vahşi hayvanlardan korunabiliyor ve zayıf bir etobur olarak sindirmekte zorlandıkları eti ateşte pişirerek tüketebiliyorlardı. Topluluklar içerisinde iddia edilen fiziksel güç farkından dolayı kadınlar avcılığın içerisinde az bulunurdu ve kadınların doğurganlıktan kaynaklı ırkın geleceği için tehlikeli göründüğünden avcılık işlerini çoğunlukla erkek, bunların pişirilmesi ve barınak alanlarının korunmasının kadın üzerinden örgütlenmeye başlaması ile; toplumsal iş bölümü, hiyerarşi ve sınıflaşmaya giden yolun ilk adımı da atılmış oluyordu.

Taş aletlerden sonra maden ve metal kullanımı konusunda yaşanan ilerlemeler ve nihai olarak tarım devriminin gerçekleşmesi ile insan toplulukları tüketebileceğinden çok fazla ürüne sahip olmaya başlamıştı. Bu ürün üzerinden kurulan otorite devletleşmeye giden yolunda başlangıcıydı. Göçebe hayat artık bazı yerlerde sona ermiş özellikle Nil, Fırat, Dicle gibi nehir kenarlarında ilk devletler ortaya çıkmıştı. Bu ilk devletlerin kendilerinden daha zayıf insan topluluklarını tarımsal üretim için köleleştirmesi ile insanlığın can köleliği üzerinden sömürüldüğü yeni bir ekonomik model “Köleci Ekonomi” yaygınlaşmaya başlıyordu. Kölecilik sonrası çalışmadan yaşayan köle sahipleri yani “Soylular sınıfının” bazı bireyleri felsefe, astronomi, matematik gibi alanlarda gelişme sağlayabilecek olanaklara sahip olabilmiştir. İnsanlığın kendi dışındaki doğa ve evreni gözlemlemesi ile yakaladığı düşünsel sıçramaya paralel; tahıl, yağ ve şarap, metal araçlar üzerinden ticaretin hızla gelişmesi artık yetersiz kalan trampa (değiş-tokuş) yerine alternatif yolları (para kullanımı) aramayı zorunlu kılarken diğer yandan ticaretin denetimi konusundaki ihtiyaç ise yazı ve sayıların ilişkin sistemlerin yaratılmasını beraberinde getiriyordu.

Günümüze kadar kalıntıları devam eden Köleci ekonomi, köle isyanları ile ciddi darbeler almış ve artık verimli bir ekonomik model olmaktan çıkmıştır. Pek çok köleci devlet dev genişlemeler sonrasında çökmüş ve bu süreç insanın bir üretim aracı olarak kullanımı yani kölelik yerine, insanın “özgür” olduğu ama ekseriyetle toprak mülkiyetinin eski köle sahiplerine ait “Feodal ekonomik” modele ebelik etmiştir. Can köleliği yerini artık toprak köleliğine bırakmıştır. İnsan toplulukları yaşamak için tarımsal üretime bağımlı hale gelmiş ama bunun için ihtiyacı olan toprak mülkiyeti ise sadece soylular sınıfına ait olduğundan ya da “özgür” insanların yaşamını devam ettirebileceğinden çok daha az toprağı olduğu için soyluların arazisinden, üründen yaşayabileceği kadar bir pay karşılığında çalışmaya başlamıştır. Bu ekonomik model dünyanın doğusunda tüm toprakların devlete yani saltanata ait olduğu bir biçim üzerinden gelişirken batı da soylular; (dük, kont, marki vb.) soylular ve eşitler arasında birincinin kral olduğu bir model üzerinden yaşama geçirilmiştir.

Bu durum doğuda ticaretin üzerindeki devlet denetiminden kaynaklı sürekli denetim altında tutulmasını batı da ise lokal idareler yani derebeylerin vergi politikası ile baskılanmasını beraberinde getirmiştir. Bu çelişme tüccarlar (burjuvazi) ile feodaller arasındaki çatışmayı zamanla uzlaşmaz bir şekilde keskinleştirmiştir. Ticaret ve meta üretimine dayalı ücret karşılığı emek sömürüsü üzerinden zenginleşen ekonomik modelin temsilcisi burjuvazi, feodal derebeylerin sömürüsü altında ezilen milyonlarca köylünün öfkesini de kendi arkasında alarak “burjuva devrimler” çağını başlatmıştır.

Burjuvalar sınıfı, feodal devletleri bir bir alaşağı ederek ulus devlet modeline dayalı kapitalist üretim ilişkilerinin baskın olduğu yeni bir döneme geçmişlerdir. Bu dönemde milyonlarca köylü, kapitalistler için fabrikalarda bir ürün ya da hizmet üretme karşılığında ücret alarak yaşamaya başlamış ve işçi sınıfına dönüşmüşlerdir. İşçilerin emek gaspı üzerinden sömürüldüğü bu yeni sistem de kendinden önceki modellerden öz itibariyle farksızdı. Toprağın temel üretim aracı olduğu eski sistemin yerini alan bu yeni sistemde yeni üretim araçlarının (makinaların) mülkiyetini kendi denetiminde tutan burjuvazi ortaya çıkan değerden aslan payını alırken geri kalan işçilerin payına bazen hayatta kalacak kadar bile ücret düşmüyordu.

Üretimin makinalaşması muazzam bir ürün fazlasını ve dolayısıyla bu ürünlerin satılacağı pazarlar ve bu ürünler için gereken ham madde ihtiyacının karşılanacağı alanların denetimi konusunda Kapitalist devletler arasındaki çelişmeyi keskinleştirdi. Sadece daha fazla kar için plansız ve sınırsız bir şekilde üreten kapitalist ekonomik model bir yandan gezegenin tüm doğal kaynaklarını kendi sömürgesi gibi talan ederek küresel bir yıkıma yol açarken diğer yandan zenginle yoksul arasındaki uçurumu tarihte hiç olmadığı kadar genişletmiştir. Hızla geçirilen ve pazar savaşları ile milyonlarca insanın yaşamına mal olan kapitalizm, sınırları ve sınıfları kaldırmayı amaçlayan ve bunun için öncelikle tüm üretim araçları üzerindeki tüm özel mülkiyeti kaldıran, çevre ve insanın doğasına uygun planlı üretime dayalı bir ekonomiyi esas alan sosyalist model ile aşılmıştır.

Elbette kapitalizm elinde bulundurduğu büyük servet ile kendi iktidarını askeri ve siyasi pek çok araç ile hala hâkim ekonomik modeldir. Ama bu hakimiyet onun eskimiş ve gerici bir üretim biçimini temsil ettiği gerçekliğini değiştirmemektedir. Kendinden önceki tüm eskiyen modeller olarak nihai olarak yeni ve ileri sınıfın yani işçi sınıfının örgütlü eylemi ile tasfiye edilecektir. Bundan dolaydır ki içinde bulunduğumuz çağ artık Emperyalizme (Tekelci kapitalizm) karşı Proleter (İşçi sınıfı) devrimler çağıdır.

3. GENÇLİĞİN DEVRİMCİ MÜCADELEDEKİ ÖNEMİ
Gençlik dinamik yapısı ve yeniliklere açık olması nedeniyle egemenler tarafından bir yanıyla kontrol altında tutulması gereken bir risk faktörü olarak görülürken diğer yanıyla da; resmî ideoloji (milliyetçilik, dini fanatizm) ile manipüle edilerek işlevsel bir şekilde rakiplere ve ezilenlere karşı kullanılması gereken operasyonel güç (ordu, polis, sivil faşist örgütlenmeler) ve diri bir katman olarak görülmüştür. Kapitalizmle birlikte şehirlerde yoğunlaşmaya başlayan nüfus gençlik içinde farklı bir aşamayı ifade ediyordu. Karmaşık üretim süreçleri ve makinalar için eğitimli iş gücüne ihtiyacı olan kapitalizm eğitim ve öğretimi yaygın hale getirip kitlesel bir öğrenci gençlik gerçekliğine sebep olmuştur. Özellikle 20.yy’ın ortalarında dünya da yükselen Sosyalizm ve Ulusal Kurtuluş mücadeleleri üniversiteli gençlik arasındaki politikleşmeyi tetiklemiş ve 68 Öğrenci Hareketlerinin startını vermiştir.

Vietnam, Küba, Çin’de art arda yükselen devrimler ve kültür devrimleri tüm dünya da sosyalizmin popülaritesini arttırmış 20 yıl arayla iki dünya savaşına ve milyonlarca insanın ölümüne şehirlerin yerle bir edilmesine yol açan emperyalist devletlere karşı büyüyen öfke kitlesel halk hareketlerine dönüşmüştür. Bu halk hareketleri içerisinde yarı-aydın karaktere sahip üniversiteli gençlik hızla sivrilmiş ve dünyanın pek çok yerinden militanlık ve önderlik misyonu ile öne çıkmıştır. Türkiye, Kuzey Kürdistan coğrafyasında da Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Abdullah Öcalan o dönemlerde üniversite kampüslerinden gerilla savaşına uzanan bir mücadelenin ilk teorisyenleri ve uygulayıcıları olmuşlardır.

Gençlik farklı sınıf kökenlerinden gelen bireylerin oluşturduğu bir katmanı ifade eder, elbette bu ona sınıflar üstü bir karakter vermez. Gençlik hareketlerinin ana gövdesi genel olarak küçük burjuva sınıf özelliği taşır. Bu sınıfsal alt yapı gençliği özelde dünyayı tanıma ve anlama noktasında avantajlara sahip öğrenci gençliği, işçi sınıfının kavgasına yani sosyalizm saflarına yaklaştırır. İçinde bulunduğumuz dönemde farklı ekoloji, lgbti+, kadın vb. farklı sebeplerle organize olan gençlik hareketlerinin kısa bir süre sonra anti-kapitalist bir aşamaya varması bundan dolayı tesadüfi değildir. Doğası gereği itiraz eden ve sorgulayan gençliğin varacağı ilk aşama mevcut sistemi yadsımaktır, ama bu tek başına bir alternatife sahip olmadan dünyayı değiştirmek için yeterli değildir. Örgütlü ya da örgütsüz gençliğin sistem eleştirisi duruşunun, sistem değiştiricisi noktasına taşınması komünist gençliğin ana siyasetidir.

Toplumsal hareketler niceliğinden bağımsız olarak küçük ve etkisiz görünseler dahi tarihsel ve toplumsal haklılıklarının verdiği güçle tüm taşları yerinden oynatabilecek bir domino etkisi yaratma potansiyeline sahiptirler. Elbette böylesi bir reaksiyon kendiliğinden ve dağınık güçlerle gerçekleşemez. Domino etkisini öngören ve yaşama geçirmede sokak hareketlerinin önce parçası sonra önderliğini tecrübe eden bir yapının bu konuda fırsatları kollayan siyaseti belirleyici önemdedir. Sosyalizm hedefine kitlenmiş bir gençlik ise politik arenada oynayacağı aktif rol ile kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini derinleştirme ve bu krizleri ezilenlerin sırtına yeni yükler koyarak aşma siyasetini tıkamak için önemli bir misyona sahibidir.

Devletler gençliğin bu potansiyelini, milliyetçilik, dinci fanatizm, kutsal aile, gerici eğitim, gelecek kaygısı, zorunlu askerlik vb. pek çok araçla ile tam bir cendere altına almıştır. Kâr ve sömürü merkezli kapitalizminin insan ve gezegenin doğasına karşıt yapısı tüm canlıların yaşam alanlarını hücrelerine kadar derinlemesine tahrip etmektedir. Kapitalizm rasyonel olmadığı gibi sürdürülebilir bir gerçeklikte değildir. Pandemi ile bir kez daha gördük ki, milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği (ve esasen kapitalizmin vahşi yaşam alanlarını talanı ile insan toplulukları ile normal koşullarda teması olmayan canlıların yan yana gelmesinden kaynaklı hastalığın) Covid virüsünün aşı ya da patent hakları “para kaybederiz” gerekçesi ile yoksul ülkelerle paylaşılmamaktadır. Kar dışında hiçbir önceli olmayan kapitalizme karşı gençlik sosyalizm alternatifi ve örgütlü bir mücadele ile güçlü bir barikat kurabilir. SYM bu barikatın öznesi ve kendimizi değiştirirken dünyayı da değiştirmenin bir militanı olma iddiası ile sizleri birlikte mücadeleye çağırıyor.

4. SYM-TARİHÇESİ
Kuruluşu 1989/1990 yıllarına dayanan Sosyalist Gençlik Hareketi, 1980 darbesi sonrası Türkiye – Kuzey Kürdistan dan Avrupa’ya göç eden göçmenler tarafından kuruldu. İlk çıkışını “Yeni demokratik gençlik (YDG)” olarak ilan eden gençlik kurumu, daha sonraki yıllar da “Demokratik Gençlik Hareketi (DGH)”, kendisini göçmen örgütü olarak tanımlayan ve Türkiye’ye yönelik siyaset izleyen bir oluşumdu. Mücadelenin ilerleyen yıllarında Avrupa’da doğup büyüyen gençlerinde kuruma katılmasıyla birlikte değişim sürecine giren örgüt artık yaşadığı coğrafyaya yönelik siyaset yapıyor, buradaki ırkçılık ve eşitsizlik vb. çelişkileri tanıyor, üniversitelerde, işçilerin yanında ve her türlü yaşam alanlarında direnişin parçası olmaktaydı. Bu Enternasyonalizm ve Dünya Devrim bakış açısı gereği bir zorunluluktu. Bu süreçte Türkiye-Kuzey Kürdistan da faaliyet gösteren kardeş kurumu ile birlikte taşıdığı “Demokratik Gençlik Hareketi (DHG)” ismi, “Avrupa Demokratik Gençlik Hareketi (ADGH) olarak değiştirildi. 2000’li yıllardan sonra ADGH Almanya, İsviçre, Fransa ve Avusturya da örgütlendi. Enternasyonalizm savunucuları olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan da ki gelişmelerin ve mücadelesinin parçası olmaktan vazgeçmedi ve örgütlü bulunduğu ülkelerde de emperyalist-kapitalist gericiliğe karşı mücadele yürüttü. Son olarak 21. Kurultay da tekrar bir isim değişikliğine gidildi ve “Socialist Youth Movement (SYM); Sosyalist Gençlik Hareketi” adına sahip oldu.

5. BİZ KİMİZ?
SYM kendisini sosyalist bir gençlik kurumu olarak tanımlar ve Almanya, İsviçre Fransa ve Avusturya da faaliyet gösterir. Sınıf mücadelesine bağlı kalarak tüm ezilen sınıfların ve gençliğinin saflarında yer alarak, nihai hedefimiz Komünizme ulaşmak için bilimsel sosyalizmi inşa etmek ve bu ışıkta kitleleri örgütlemek başlıca hedeflerimiz arasında yer alır. Başta kendimiz olmak üzere kitleleri politikleştirmek, eleştiri ve özeleştiri ile çizgimizi geliştirmek nihai hedefimize giden yolun temel taşlarını oluşturur. Teori olmadan pratik olamaz; sadece pratik uygulamak uzun soluklu bir çözüm olamaz ve yetersiz kalacaktır. Mevcut kapitalist sistemin yarattığı tahribatları doğru tespit edebilmek ve genç yığınların çelişkilerini kavramak için ideolojik eğitim şart. SYM, bulunduğu coğrafyada yaşayan, başta işçi sınıfından olmak üzere, çeşitli ulus ve azınlık halklara, farklı sınıf ve tabakalara mensup, öğrenci, işsiz ve göçmen gençliğin politik kitle örgütü olarak ezilen sınıf gençliğinin haklı- meşru isyanını örgütler. SYM, faaliyet alanlarında, ortak düşmana karşı birlikte yürüdüğü anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti- faşist gençlik örgütlülükleriyle politik birliktelikler kurar ve Politik nesnelliğini koruyan eylem birlikteliklerini savunur. Gençlere ulaşmak için kitle çalışması yürütür ve bunun için sınıf savaşının en keskin hissedilen ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı Gettolar da özel çalışma yürütür. Emperyalist-Kapitalist sistemi tarafından eğitimin sermaye merkezli yürütülmesine karşı çıkar; Üniversitelerde ve Okullar da öğrencilerle buna karşı mücadele yürütür.

Kapitalist sistemde en çok zarar gören kesim içerisinde kadınlar da yer alır, çünkü kapitalist sistem özünde patriarkal bir sistemdir. Kadınlar sistematik olarak şiddete ve cinsel sömürüye maruz kalmakta. Sadece kadın cinsiyetine sahip oldukları için her yıl dünya çapında binlerce kadın erkekler tarafından katledilir. Bu tekil sorun olarak görülemez, politik cinayettir. Buna bağlı olarak özelikle kadınların örgütlü mücadeleye katılması büyük önem taşır. SYM; ataerkil toplumun sonucu olarak ortaya çıkan cinsiyet ayrımcılığına karşı çıkar. ‘Kadın/ LGBTİ sorunu’ olarak ifade edilen meseleyi ‘cinsler arası eşitsizlik sorunu’ olarak görür ve toplumsal kurtuluşun, “cins bilinçli sınıf mücadelesi, sınıf bilinçli cins mücadelesi” perspektifinden geçtiğini savunur. Gençlik içerisinde hâkim olan erk-ek egemen düşünce ve bunun yansıması olan pratiklere karşı mücadele yürütür. Toplumun genelinde ve gençlik saflarında LGBTİ’lere (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans, İnterseks) karşı geliştirilen her türlü heteroseksist, heteronormatif algı ve bunun yansıması olan fiziksel cinsel, ekonomik, psikolojik vb. şiddet, inkâr etme ve ötekileştirme gibi küçümseyici aşağılayıcı vb. tutumların hepsini mevcut üretim ilişkilerinden bağımsız görmeyerek karşı çıkar. Bu temelde LGBTİ’lerin, diğer cinsiyet kimlikleriyle (kadın-erkek) tam hak eşitliğini savunur ve örgütlenmelerinin destekçisi olur.

6. HEDEFLERİMİZ
SYM sınıf mücadelesini merkezine alan, ekonomik-sosyal ve diğer sorunlara, sınıf mücadelesi merceğinden bakan bir çalışma yürütür. Kapitalizme karşı devrimci mücadeleyi yükseltir. Irkçılık, sosyal eşitsizlik, ötekileştirmek ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele eder. Patriarkale karşı ve ekonomi, toplum ve siyasetteki yapılanmasına karşı mücadele eder. Kadın mücadelesini yükseltir. Kapitalizmi devirmeye ve sosyalizmi kurmaya amaçlar.