Pierre- Joseph Proudhon 1800 yılların başında doğdu. Napolyon savaşlarının yarattığı yoksulluk yıllarını, çocukluğunda hissetti. Köylü bir ailenin çocuğuydu. Okul bursu kazandıysa da okula devam etmemiştir. Matbaacılık işinde çalışmış ve bu dönemde ciddi bir gelişim göstermiştir. Fransa’da sınıfların ve özgürlükçü hareketlerin geliştiği yıllarda siyaset ile uğraştı. Bu dönem ile birlikte süreç içerisinde siyasi tezleri ile damga vurmuştur.

Gerek dönem gereği sınıfsal çatışmaların arttığı Paris’de; Ütopik sosyalistler, anarşistler, feministler, diğer yandan işçi sınıfının mücadelesinin örgütlenme şekilleniş arayışları ile iç içe ciddi bir politik sahne oluşmuştu. Proudhon bu dönem içerisinde öne çıkmış, halkların sınıf mücadelesinde önemli bir konuma yükselmişti. İşçi sınıfını temsil eden önemli aktörlerden biri oldu. Fakat onun anlayışı küçük burjuva anlayışının tohumlarını taşımaktaydı.

İşçi sınıfının mücadelesinin gelişimini değil, küçük burjuva önderliğinde gelişebilecek bir işçi sınıfı düzleminde bakmaktaydı. Bu durumun farkına varan, açığa çıkaran da Karl Marx oldu!

Birçok konuda kişileri etkilemiştir. Bakunin başta olmak üzere; Kropotkin, Tolstoy ve birçok kişinin fikirsel formasyonuna katkı sağladı. En önemlisi de eğitim sürecini kendi bireysel çalışmaları ile tamamlamasıydı. Federalist düşünce ve birçok çalışma üretmiştir.

Mecliste yer aldı bir süre sonra anlamsızlığını anlayarak milletvekilliğinden istifa etti. Hapishaneye atıldı. Sürgün edildi. Ve 1863 de ülkesine döndü. Kendisini sosyal çalışmalara ve inzivaya çekti. 1865 de Paris’de vefat etti.

Karl Marx 1843 yılında Paris’de Proudhon ile tanışmıştı. Paris’de yakın ilişkiler kurmuşlardır. Marx Alman felsefesini Proudhon’a tanıştırmış ve felsefi çalışmalarda yardımcı olmuştu. Bu durumu Marx şöyle anlatmakta:

”1844’de Paris’te kaldığım sırada Proudhon’la şahsen temasa geldim. Bunu burada anmanın sebebi İngilizlerin ticari mallara fesat karıştırmasına verdikleri ismi kullanarak söyliyeyim, onun bu ‘saffetsiz’ liğinden bir ölçüye kadar benim de sorumlu olmamdır. Çoğu zaman bütün gece süren uzun tartışmalar esnasında ona, Almanca bilmediği için gerektiği gibi inceliyemediği, Hegelciliği ben aşıladım. Benim Paris’ten sürülmemden sonra, bu işe Herr Karl Grün devam etti. Bir Alman felsefesi öğretmeni olarak,öğrendiğinden kendisi hiç bir şey anlamadığı için, bu bakımdan benden üstündü”

Proudhon’un önemli eserlerinden ilki Mülkiyet nedir? kitabıydı; bu eseri ile tanınmış ve çevresini geliştirmişti. Mülkiyetin varlığını hırsızlık olarak nitelendirerek mülkiyet üzerine ciddi savlar gelirştirmiştir.

Özel mülkiyet kitabına karşı olumlu bir yaklaşım sunanlardan biride Marx olmuştur, J. B. Schweitzer’e yazdığı mektupta ”İlk eseri Qu’est ce que la propriete? (Mülkiyet Nedir?)

şüphesiz en iyi eseridir. Bu kitap, muhtevasının yeniliği ile değilse bile, hiç değilse her konuda yeni ve cüretli anlatış tarzıyla çığır açıcı olmuştur.” yazmıştır.

Ayriyetten Marx J. B. Schweitzer’e yazdığı mektupta

”Proudhon’un, bu ifadeyi kullanmama izin verilirse, gürbüz üslubu bu kitabında henüz yaşıyor. Ve onun başlıca meziyeti, benim görüşüme göre, üslubudur. Eskiyi yeniden üretmekle kaldığı zaman bile Proudhon’un, söylediğinin kendisi için yeni olduğunu keşfettiği görülebilir. Kutsal ekonomik [kavramlara -ç.] el kaldırmakla gösterdiği kışkırtıcı cüret, alelade burjuva kafasını alay konusu yapan parlak pradoksları, kemirici eleştirileri, acı alayları ve şurada burada beliren,”mevcut·düzenin rezaletlerine karşı derin ve içten kızgınlık duygusu, devrimci bir içtenlik -bütün bunlar Mülkiyet Nedir?’in okuyucularını elektriklendirmişti, ve ilk çıkışında büyük bir heyecan yaratmıştı.” Marx bu mektubu yazarken analizlerini 1865 tarihinde kaleme almıştı.


Çalışmalarına ağırlık vererek gerek gazete gerekse yeni eserlerini üretmeye çalışmış dönem itibari ile etkili düşünürler ile de hareket ederek. Kitle içerisinde önemli bir figür haline gelmiştir. Daha sonra kaleme aldığı Felsefenin sefaleti kitabı ile, kendi ideolojik yapısını oturtmaya başlamıştır. Bu kitap ile birlikte tasavvuf ettiği düşünceleri pratiğe dökmeye başlamıştır. Bu süreç içerisinde Karl Marx’dan ciddi bir reddiye almıştır:

Marx, proudhon’un Sefaletin felsefesi kitabına karşılık Felsefenin sefaleti adlı eseri ile cevap olmuş ve Proudhon’un küçük burjuva anlayışını ayyuka çıkartarak; Marx kendi siyasi ve ekonomi programını bu reddiye de geliştirmiş, yazıya dökmüştür. Marx ve Proudhon yakın ilişkiler içerisinde olmuş, felsefe’nin sefaletinden sonra J. B. Schwitzer’e yazdığı mektupta:

”Önemli ikinci eseri Philosophie de la Misere’in çıkışından kısa bir zaman önce Proudhon, bana çok ayrıntılı bir mektubunda [kitabının çıkacağını] bildirdi; burada, daha başka şeylerle birlikte “eleştirinizin kırbacını bekliyorum.” diyordu. Misere de la Philosophie, ete., Paris 1847, (Felsefenin Sefaleti) eserinde bu kırbacı, dostluğuma son veren bir tarzda, yedi.”

Sefaletin Felsefesi ile iktisadi bir yapı kurmaya çalışırken; halk bankası ve karşılıklı alış-veriş sistemi gibi yöntemler ile desteklemeye çalışmıştır. Jean-Baptiste Say’dan iktisat etkileri ile birlikte kantcı bir felsefe yapısı içerisinde önermeler yapmış ise de Hegelci yaklaşımdan ciddi bir şekilde etkilenmiştir. Tarihsel süreci kavrayamadığını marx şöyle anlatmakta:

”M. Proudhon niçin Tanrıdan, evrensel akıldan, insanlığın hiç yanılmayan, gayri şahsi, bütün çağlar boyunca hep kendisinin aynı kalmış olan ve gerçeği bilmek için sadece onu doğru kavramak gereken, aklından bahsediyor? Kendisine soğukkanlı bir düşünür görünüşü vermek için, o zayıf Hegelciliğe niçin başvuruyor? Bu bilmecenin anahtarını bizzat kendisi veriyor. M. Proudhon tarihte bir dizi sosyal gelişme görüyor; ilerlemeyi, tarihin içinde gerçekleşmiş buluyor; nihayet insanların bireyler olarak ne yapmakta olduklarını bilmediklerini ve kendi hareketleri konusunda yanılmış olduklarını, yani onların sosyal gelişiminin ilk bakışta bireysel gelişimlerinden ayrı ve bağımsız göründüğünü buluyor. O, bu olayları izah edemiyor. Ve bu yüzde sadece, kendi kendini açığa vuran evrensel akıl varsayımını icat ediyor. Mistik sebepler, yani genel anlamdan yoksun cümleler icat etmekten kolay bir şey yoktur. Fakat M. Proudhon insanlığın tarihi gelişimi konusunda hiç bir şey anlamadığını kabul ederken -o bunu evrensel akıl, tanrı vs. gibi büyük laflar kullanmakla kabul ediyor- o, ekonomik gelişimi anlama kabiliyetinden yoksun olduğunu zımnen ve ister istemez kabul etmiş olmuyor mu?”

Proudhon için eşitlik saf aklın içerisinde bulunan tözdür. Bu hususta hiçbir ekonomik veya farklı argümanların toplumsal değişimde etkisi olamayacağını, ancak eğitim ve eşitlikçi tözü tekrardan dışa çıkartmanın gerekliliğine doğru savunmuştur, şöyle demektedir:

”İlkel toplulukta tüm insanlar eşittir; çıplaklıkları ve cehaletleriyle eşittir; yeteneklerinin sonsuz gücüyle eşittir. Ekonomistler genellikle bu özelliklerden yalnızca birincisini kabul ederler: İkinciyi tamamen ihmal ederler ya da görmezden gelirler. Bununla birlikte, modern zamanların en verimli filozoftan olan La Rochefoucauld, İmtiyazius, Kant, Fichte, Hegel, Jacotot’ya göre, bireylerin zekası ancak niteliksel belirlenimle birbirinden ayrılır, bu da her bir kişinin özelliğini ya da yeteneğini oluşturur, oysa ki, zekanın özünü oluşturan şey açısından, yani yargı yetisi açısından herkeste niceliksel olarak eşittir.”

toplumların gelişme düzeyinden kopuk bir bakış açısı taşımakla birlikte gelişen ekonomik ve üretim araçlarının tarihsel seyri ve bilinç yarattığını görmemezlikten gelmektedir.

Marx bu durumu şöyle izah etmekte:

”Şekli ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylem ve etkilerinin ürünüdür. Kendileri için şu veya bu toplum şeklini seçmekte, insanlar özgür müdürler? Asla. İnsanın üretim güçlerinin gelişiminin özel, (belli) bir aşamasını ele alırsanız, ticaretin ve tüketimin özel (belli) bir şeklini bulursunuz. Üretimde, ticarette ve tüketimde özel, gelişme aşamalarını ele alırsanız, buna tekabül eden bir sosyal yapı, buna tekabül eden bir aile ve sınıf kuruluşu, bir tek kelimeyle buna tekabül eden bir uygar toplum bulursunuz. Belli bir uygar toplumu ele alırsanız, ancak uygar toplumun resmi ifadesi olan, belli siyasi şartlar bulursunuz. M. Proudhon bunu katiyen anlamıyacaktır; çünkü o, devletten topluma, yani, toplumun resmi özetinden resmi topluma seslenmekle büyük bir iş yaptığını sanıyor”

Küçük burjuva mahiyeti içerisinde ele alış ve kavrayış koşulları Proudhon’u nesnel bakış açısından uzaklaştırmış ve ardılları bakımından da tarihsel süreci diyalektik materyalist düşünceden hala kopuk olmasını sağlamıştır. Etiksel davranışların toplum içerisinde ahlaklaşarak ilerici toplumun yaratılacağını düşünmek empatik süreçlerin getirdiği yanılmalar toplumların gelişim tarihini görmemezlikten gelerek bireyci yaklaşımlar sunmaktan öteye geçememiş, geçmemektedir. Bugün içerisinde de sistem değişikliği değil ona muhalif kalış ile ahlaksal tepkimeler, kültürel reddiye gibi bireyci tepkimeler (politik) gerçekleştirmektedir.

Marx’ın da dediği gibi ”Mülkiyet nedir?” kitabı Proudhon’un en önemli ve ilerici nüveler taşıyan eseridir. Bu eser dönem bakımından ciddi bir etkiye sebep olmuştur. Bugün hala etkisini yazındaki sihirleri sayesinde korumaya devam etmektedir. O mülkiyetin mutlak bir şekilde yıkılmasını yazmaktadır. Medeni kanunun ve adalet anlayışının tamamı mülkiyet üzerine kurulduğunu, ”adalet mülkün temelidir” göstermektedir. Devlet ise bunun koruyucusu veya Proudhon’nun dediği gibi “hükümet (devlet) bir şirkettir ama teminat vermediği için – sigorta şirketi değil, öç alan ve baskılayan bir şirkettir. “Mülkiyetin temel koruyucusudur devlet ve onun aygıtları; asker, polis, adalet vb.” buraya kadar haklı olduğu kadar da ilerici bir durumda olsa da Mülkiyetin varlığını doğru bir süreç olarak ele alamamış herşeyin nedenini Mülkiyet olduğuna odaklanmıştır. Ve bu şekilde mülkiyetten arınmak için herkesin eşitlikçi bir yapıda davranmasını umut etmiştir.Aynı hususta kavrayamadığı bir diğer hususta ekonominin toplumun varlığını ve gelişimini görememesiydi. Bu durum sefaletin felsefesinde ciddi şekilde görünmüş ve Marx şöyle açıklamıştır:

”Şimdi size M. Proudhon’un diyalektiğinden bir örnek vereceğim. Özgürlük ve kölelik bir çelişme meydana getirirler. Özgürlüğün iyi ve kötü yanlarından bahsetmeme, veya kölelikten bahsederken bunun kötü yanları üzerinde durmama ihtiyaç yoktur. Açıklanması gereken, sadece onun iyi yanıdır. Dolaylı kölelikten, proleteryanın köleliğinden değil doğrudan doğruya “kölelikten, Surinam’da, Brezilya’­da, Kuzey Amerika’nın güney devletlerinde siyah ırkların köleliğinden bahsediyoruz. Doğrudan doğruya kölelik bugün sanayiciliğin, makineler, kredi vs. gibi, bir mihveridir. Kölelik olmadan pamuk olmaz, pamuk olmadan çağdaş sanayi olmaz. Kölelik sömürgelere değer kazandırmıştır; sömürgeler dünya ticaretini yaratmıştır; dünya ticareti büyük boyutlu makineleşmiş sanayinin zorunlu şartıdır. Böylece zenci ticareti başlamadan önce sömürgeler, eski dünyaya sadece az miktarda ürünler sağlıyordu. Ve yeryüzünde görünebilir bir değişiklik meydana getirmiyordu. Kölelik bu sebeple çok önemli bir ekonomik kategoridir.Kölelik olmasaydı, en ileri ülke olan Kuzey Amerika, patriyarkal bir ülke haline dönüşmüş olurdu. Kuzey Amerika’yı uluslar haritasından silip çıkarırsanız bir keşmekeş, çağdaş uygarlığın ve ticaretin toptan çürüyüp yok olması sonucunu elde edersiniz. Fakat köleliğin ortadan kalkmasına izin vermek, Kuzey Amerika’yı uluslar haritasından silip çıkarmaktır. Ve öyleyse, kölelik bir ekonomik kategori olduğu için, dünyanın başlangıcından beri her ulusta köleliği buluruz. Çağdaş uluslar sadece köleliği yeni dünyaya açıkça ithal ederken onu kendi ülkelerinde nasıl gizliyeceklerini öğrendiler. Kölelik üzerine bu düşüncelerden sonra, bizim değerli M. Proudhon’umuz yoluna nasıl devam edecektir? Özgürlükle kölelik arasındaki sentezi kölelikle özgürlük arasındaki itidal noktasını veya dengeyi arıyacaktır.”

Proudhon sınıfları yadsımıştır. Onu sadece kategorize ederek ele almış ve suni bir durum olarak görmüştür. Herşeyin akıl içerisinden vuku bulacağını yani sosyal adaletsizliğin ve karşılıklı kardeşçe yaşanılacağı umut ederek; eğitim ve karşılıklı dayanışma ile çözebileceğini sanmıştır.

O yeteneğine göre ücretlendirme veya derecelendirmeyi servet eşitliğinin zorunlu koşulu olarak görmekteydi. Şöyle anlatmıştı:

“Homeros dizelerini söylesin ben de bu yüce dehayı dinleyeyim. Basit bir çoban, naçiz bir ırgat olan ben Homeros’a kıyasla hiçbir şeyim. Gerçekten de, işler kıyaslanacak olursa bir ilyada karşısında benim ürettiğim fasulye, peynir nedir ki ? Fakat Homeros o benzersiz şiirleri karşılığında sahip olduklarımı elimden almaya, beni kölesi yapmaya kalkarsa memnuniyetle dizelerinden vazgeçer, kendisine hoşçakal derim. İlyada olmadan da yapabilirim… Fakat Homeros benim ürettiklerim olmadan yirmi dört saat geçiremez. Bu yüzden benim kendisine sunduğum çoban armağınını kabul etsin, onun şiirleri de beni yüreklendirip teselli etsin.”



Yeteneklerdeki eşitsizlik servet eşitliğinin zorunlu koşuludur. Proudhon her ne koşul olursa olsun diyalektik materyalizme ve bilimsel sosyalizme katkıda bulunmuştur. O’nun çelişkisel durumu bilimselliğimizin koşullarını yarattı.

Son olarak Karl Marx’ın dediği gibi:

”Sınıf çelişmesi üzerine kurulmuş olan her toplumda ezilen bir sınıfın varlığı, yaşama şartıdır. Ezilen sınıfın kurtuluşu böylece zorunlu olarak yeni bir toplumun yaratılmasını içerir. Ezilen sınıfın kendisini kurtarabilmesi için esasen kazanılmış bulunan üretici güçlerin ve mevcut sosyal ilişkilerin, artık yanyana yaşayamaz hale gelmiş olmaları gereklidir. Bütün üretim araçları içinde en büyük üretici güç, bizzat devrimci sınıftır. Devrimci unsurların bir sınıf olarak kurulup örgütlenmesi, eski toplumun sinesinde doğmuş olabilecek bütün üretici kuvvetlerin varlığını varsayar. Bu demek midir ki eski toplum düzeni sona erdikten sonra, yeni siyasi iktidarda yeni bir sınıf egemenliği olacaktır? Hayır. İşçi sınıfının kurtuluş şartı, bütün sınıfların [sınıflı toplum düzeninin -ç.] kalkmasıdır; nasıl ki üçüncü imtiyazlı sınıfın [yani] burjuvazinin kurtuluş şartı, bütün imtiyazlı sınıfların ortadan kalkması idi. İşçi sınıfı, gelişme seyrinde, eski uygar toplumun yerine, bütün sınıfları ve bunlar arasındaki çelişmeleri kendi dışında tutan, bir birlik koyacaktır; ve uygar toplumdaki çelişmenin tam resmi ifadesi olan siyasi güç, bu anlamıyla artık mevcut olmayacaktır. Şimdiki durumda proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, sınıfın sınıfa karşı bir mücadelesi, en yüksek ifadesine götürüldüğü zaman toptan bir dönüşüm olan bir mücadeledir. Gerçekten sınıflar arası karşıtlık temeli üzerine kurulmuş bir toplum düzeninin bir çelişmeyle son bulmasında şaşacak bir şey var mıdır? Sosyal hareketin siyasi hareketi kendi dışında bıraktığını söylemeyin. Aynı zamanda sosyal olmayan hiç bir siyasi hareket asla yoktur. Ancak artık, sınıfların ve sınıf çelişmelerinin bulunmadığı bir düzendedir ki sosyal evrimler artık siyasi devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana kadar toplumun her yeniden değiştirilip düzeltilmesinin arefesinde sosyal bilimin son sözü daima şu olacaktır: Mücadele veya yok olma. Mesele, çürütülemez bir tarzda, işte böyle konmuştur.”

SYM KOLEKTİF

Kaynakça:

Felsefenini sefaleti (Karl Marx)

Mülkiyet nedir?, Sefaletin Felsefesi ( Proudhon )