‘’Demokrasi, azınlığın çoğunluk iradesine resmi olarak bağlı olduğunu beyan eden ve vatandaşlar arasında eşitlik ile özgürlüğü kabul eden bir iktidar biçimidir. Burjuva bilimi, kendi demokrasi tanımında genellikle sadece bu formel nitelikleri göz önünde tutar; bu nitelikleri, toplumun sosyo-ekonomik şartlarından ve fiili durumundan soyutlayarak ele alır. Oportünistler ile reformistlerin kullandığı ve ‘saf demokrasi’ adını verdikleri kavram, bu soyutlamanın bir sonucudur. Her demokrasi, toplumun siyasi düzeninin bir biçimi olarak, nihai olarak o toplumun üretim ilişkileri tarafından belirlenir.’’ (Lenin Seçme Eserler)

Demokrasinin tarihsel gelişimini ele alırken, sosyo-ekonomik bağımlılıkları sınıflar arası mücadelede taşıdığı esasla ele almalıyız; zira bizler sınıflı toplumlarda yaşamaktayız. Demokrasi, şu anki durumuyla, burjuvazinin bir yönetim biçimidir. Egemen sınıfın demokrasi anlayışını taşır. Egemen sınıf yani burjuvazi, politik iktidarını bu yönetim biçimi üzerine inşa eder; demokrasiyi belirli bir sürece kadar uygular veya ister. Yasama, yürütme, yargı gibi temsili kurumlar ile gücünü sözde kuvvetler ayrılığı ile denetler. Genel oy ve politik özgürlükler bakımından ise halktan gelen baskıyla bu özgürlükleri veya hakları belirli bir süreç içinde kabul eder. Yine de bu özgürlüklerin ve hakların kullanımını her anlamda kısıtlamaya çalışır. Burjuva cumhuriyeti, emekçi halkın politik faaliyetini felç etmeye ve politik mücadeleden tasfiye etmeye yöneliktir. Kazanılan hakların hemen hemen hepsi tırpanlanma, yok edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır; kazanılan hakların hiçbir garantisi yoktur. Örnekleyecek olursak; 1980 darbesinde Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki emekçilerin kazanımları, egemen sınıf tarafından felce uğratılarak sermayenin talepleri doğrultusunda yeniden şekillendirilmiştir. ‘’Düzeni sağlamakla’’ görevli asker, polis vb. birçok kurum, sermayenin yani egemen sınıfın refahını sağlamak üzere bir zor aracı olarak hareket etmiştir, etmektedir.

Lenin’den yaptığımız alıntıyı açmayı ve detaylandırmayı yerinde gördük. Çünkü bilimsel sosyalizmin aktivistleri olarak bizler, var olan burjuva iktidar biçimleri içerisinde ezilenler için bir çözüm olmadığını iyi bilmekteyiz. Ancak gelinen aşamada, ne yazık ki bu eşik aşılmış ve düzen içi çözüm arayışı azımsanmayacak derecede kurum, birey vb. yapılarda etkisini göstermektedir.  Ozan Emekçi’nin şu sözlerinin durumu pekiştirmek ve yaşanılan tecrübelerin özetlenmesi açısından hatırlatılması iyi olacaktır: ‘’… Oy verdik patron ağaya, oylar kurşun oldu bize…’’.

Elbette ki bu burjuva iktidar biçimleri içerisinde dönem dönem, örneğin parlamentosunda, onun öz niteliğini teşhir etmek için kürsüsünü kullanabiliriz ancak proletarya diktatörlüğünü bu burjuva iktidar biçimleri içerisine sentezlemek söz konusu dahi olamaz. Sentezleyenler, bunun hayalini kuranlar reformistlerdir, düzen içi ‘’kurtuluşu’’ arayanlardır. Sosyalist demokrasinin haklarını burjuva demokrasisine indirgeyenler, kapitalist üretim ilişkilerinin kendiliğinden sosyalist üretim ilişkilerine dönüşmesini beklerler. Marksist-Leninist-Maoist partinin öncülüğünü reddederler. Çağdaş burjuva anlayıştan medet umarlar, emekçi halkın gelişim gücünü ötekileştirir ve çağdaş insanların felsefesine ve fikirlerinin safsatalarına mehil verirler. Böylelikle Komünist Parti’nin ve emekçi sınıfının öncülüğü hakir görülür. Ve bu savlarını dillendirirken en önemli ortak noktaları; Marksizm-Leninizm- Maoizm’in arkasına gizlenmeleridir.

Burjuva demokrasisini geliştirmek ve onu daha kapsayıcı bir yapıya taşımak, düşünürler ve politikacılar için her zaman bir amaç olmuştur. Bilimsel sosyalistler, yani bizler içinse böylesi bir durum söz konusu dahi olamaz. Bu türevler içerisinde proletaryanın diktatörlüğü ve onun demokrasi anlayışı bizler için ancak bir araç olabilir. Bu araç, çoğunluğun demokrasisi olarak varlığını gösterir. Bu aracın gelişim eşikleri, elbette ki diyalektik soruşturmalar içerisindedir. Komünist yaşam arzularımızın proletarya diktatörlüğüyle olan çelişkilerini yeterince deneyimleyememiş oluşumuz ve hali hazırda Sovyet deneyiminin dahi bizler açısından yetersiz olduğu ortadadır. Feodal yapıdan kapitalist sisteme geçiş yüzyıllar içerisinde gerçekleşmiştir. Karşıtların çatışması, olgunun içerisindeki çelişkilerin sürekli olarak çözülmesiyle ve sürekli olarak yeniden meydana gelmesiyle açıklanır. Bugün hali hazırda burjuva demokrasisi de kendi içerisinde feodal yapı ile -aktif bir durumda olmasa da- emareleriyle iç içe durmaktadır. Buradan şu sonuca çıkabiliriz; sosyalizmin kapitalizmle olan çatışması, eskinin yeniye dönüşmesi, uzun yıllara dayanan mücadele ve deneyimlere gebedir. Dolayısıyla komünist bir yaşam tarzından bahsetmek ve bunu topluma yansıtma iddiaları gerçeklik taşımamaktadır. Marx, Engels, Lenin dahi ‘’komünist bir yaşam yaşıyoruz’’ dememişler, komünist yaşam tarzının gerçekliği üzerinde durmamışlardır. Yine de bunun üzerine duran ütopyacıların iyi niyetlerini de yok saymamışlardır. Komünist Manifesto ‘da dahi komünist mücadelenin bir parçası olarak ‘’biz komünistler kimliğimizi saklamayız’’ derken, bilimsel gerçekliğimizin ideolojik yansımasından bahsetmekteydiler. Ütopik sosyalistler ise kapitalizmin henüz yeni gelişim seyrinde kendilerini var ettiler. Onlar kapitalizmin üretim araçlarındaki tahakkümünü ve yarattığı artı değerdeki emek gücünün sömürüsünü ne yazık ki bilince çıkaramadılar. Dolayısıyla Owen’cı ütopyalar kendi dünya görüşleri çerçevesinde bir sosyalizm anlayışıyla kendilerini var ediyorlardı. Ütopik düşünceler sınıf çelişkilerinin dışında toplumdan da soyut kalıyorlardı. Engels bu konuda şöyle diyor: “Komünizme geçiş, Owen’ın yaşamının dönüm noktası oldu. İnsan sever rolü ile yetindiği sürece zenginlik, onama, saygınlık ve ünden başka bir ürün devşirmemişti. Avrupa’nın en sevilen adamıydı; yalnız meslektaşları değil, ama devlet adamları ile prensler de onu dinliyor ve onaylıyordu. Ama ortaya komünist teorilerle çıktığı zaman, her şey değişti…. Özel mülkiyet, din ve evliliğin güncel biçimi. Eğer onlara saldırırsa, kendisi neyin beklediğini biliyordu: Resmi toplumun gözünden düşme, tüm toplumsal durumunu yitirme. Ama onlara saldırmaktan da geri kalmadı ve düşündüğü başına geldi.”

Karl Marx sınıf mücadelesinin kapitalizm içerisinde iyi niyetle çözülemeyeceğini bilimsel olarak ortaya koyarken geçmişten bugüne üretilen malların üretiliş biçimi ve bu malların takası; toplumların rejimlerini şekillendirdiği gibi, malların paylaşımı da sınıfları oluşturarak; üretilen malın niteliği, üretim şekli ve malların takas biçimi, toplumsal değişimlerin kaynağı olan üreticiye, üretime ve takas biçimine dikkat etmemiz gerektiğini göstermiştir. Bu, iktisadi yapı toplumun gelişim seyrinde en önemli konudur, materyalist tarih bu gerçekliğin yansımasıdır. Komünist yaşam tarzı da sınıf mücadelesinin gelişimine bağlı bir gerçekliktir. Yaşam tarzımızı oluşturan mücadelemiz ve onun ortaya koyduğu siyasi programdır. Bizi komünist yapan yaşam tarzımız değildir. Program birliğimizin mücadelemize yansımasıdır. Bu birlikten kopan bir komünist yaşam tarzı subjektif, toplumun çelişkilerinden kopuk olacaktır.

Konudan dağılmadan toparlayacak olursak Lenin; ‘’Kitleler sözünden anlaşılması gereken emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin, özellikle de en örgütsüz ve en bilinçsiz, en fazla ezilen ve örgütsel olarak kapsanması en zor olanların tümüdür’’ der ve bu bizim için halâ geçerlidir. Kitle demokrasisi içinde sınıfları ve sınıf mücadelesini askıya aldığımız an savrulmamız kaçınılmaz hale gelir. Sınıf bilinci yerine kitle bilinciyle yaklaşırsak, düzen içi arayış içerisinde olan hareketlerden bir farkımız kalmaz. 1951’de ortaya çıkan Frankfurt Deklarasyonu’nun 1989’da ki programında öne çıkarılan kitle demokrasisi, sınıf mücadelesini reddeder ve bütün sınıfların demokratik sosyalizm adı altında kapitalizm içerisinde sorunsuz yaşayabileceğini iddia eder. Sınıflar arasında uyumlu bir yaşamın mümkünlüğünü savunan bu akım, sosyalizm adı altında burjuva siyasetin devamlılığını sağlar. Pozitivizm etkisi altında gelişen bu akım, günümüzde çeşitli post-modern yaklaşımlarla kendini gösterir. Pozitivistler, ileri bir muhtevada kendilerini konumlandırırken, materyalizmden rahatsız olurlar ve metodolojileri subjektiftir; bu da yorumlamalarını sadece gözlemleyebildikleri ve anlamlandırabildikleri ölçüde sınırlar. Somut koşulların tahlili ilkesini elden bırakırlar ve mantıksal çıkarımlarda bulunurlar. Dolayısıyla mantıksal devinimler gerçekleştirirken bu önceliği dikkate almadan, fikirler dışa vurulunca, doğru bir katkı sunmaktan da uzak oluyorlar. Böylesi bir yaklaşımla sadece hataları eksiklikleri gözden kaçırmış olmaz, mevcut olması gerektiği gibi yapılanlara da haksız yaklaşmış oluruz. Bizler, somut tarihsel olayları inceleyerek ve çelişkileri dikkatle ele alarak günümüzü tahlil edebilir ve mücadele yönlerini belirleyebiliriz. ‘’Daha güçlü sıçrayabilmek için geri gitmek gerekir’’ düşüncesiyle, iç çelişkileri doğru analiz edemezsek, tarihsel süreçleri ele aldığımızda da yanıltıcı sonuçlara varabiliriz. Sosyalist mücadelenin tarih boyunca karşılaştığı en büyük engellerden biri, teorik zemini sağlam olmayan yaklaşımların sınıf bilincini zayıflatması ve mücadelede belirsizlik yaratması olmuştur. Dolayısıyla geçmişin kalıntılarından kurtulmak istiyorsak, Marksist-Leninist (Maoist) perspektife sahip çıkarak, bu teoriyi derinlemesine anlamalı ve uygulamalıyız; bu tarihsel deneyimlerden doğru dersler çıkarmak ve de gelecekteki sosyalist mücadeleler için sağlam bir zemin hazırlamak açısından büyük önem taşımaktadır ve ancak içten dışa doğru bir sosyalist eğitimle mümkündür. Son olarak Stalin’in dediği gibi; ‘’Marksist-Leninist (Maoist) teoriye iyice hâkim olmayan bir parti el yordamıyla ilerlemek zorunda kalır, eylemlerinde güvensiz hale gelir ve işçi sınıfını ileriye götüremez.’’ Eylemlerimizin ve ideolojik pozisyonumuzun kesinliği, bu anlayışın derinlemesine kavranmasından geçer.

Ruhi Poyraz